“Türkiye
Cumhuriyeti’nin kaderi ikisinin de adı Mustafa olan ve tarihin tanımış olduğu
en olağanüstü önemde iki kişiliğin iki ayrı odak noktası olarak oluşturdukları
bir alanda biçimlendiğini söyleyebiliriz. Bu isimlerden birisi Mustafa Kemal
Atatürk’tür diğeri ise Hazreti Muhammed Mustafa’dır.”[1]
Çeşitli dönemlerde
Türkiye’yi hedef alan planların hemen hemen hepsi bu iki Mustafa’yı birbirinden
ayırma ve birbiriyle çatıştırma çabası içerisindedir.
Kemalizm,
emperyalizme karşıdır. Emperyalist saldırıları gerçekleştirenler ise, “dini”
bir kalkan olarak Kemalizm’e karşı kullanmaktadır. Buna bir örnek vermek
gerekirse Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıktan hemen bir gün sonra
İngiliz Muhipleri (Sevenleri) Cemiyeti kurulmuş ve bu cemiyetin başına “Sait
Molla” adında bir din adamı, bir casus getirilerek “din elden gidiyor” diye yaygara koparması
sağlanmıştır. Sait Molla aynı zamanda şeriatın gelmesi gerektiğini de
savunmuştur.[2] Bunların dışında yazılı basında da casusluk
faaliyetleri sürdürülmüştür.
Alemdar’da Refii
Cevad’ın, ordunun padişaha rağmen milli mücadeleyi başlatmasından “Beş vakit namazda padişaha duadan başka bir
şey bilmemesi gereken orduya neler öğretmedik” diye yakınıyordu.[3]
Örnekleri bu şekilde çoğaltmak mümkün.
Atatürk mücadelesinde
Türk halkının desteğini almak için halk neredeyse oraya gitmiş, halkla iç içe
olmuştur. Camiye de, cemevine de gitmiş, bunda da içtenliği, çok düzeyli bir din
kültürüne sahip olması ve üstün etkileme gücü sayesinde olağanüstü başarı
sağlamıştır.[4]
Atatürk: “Camiler birbirimizin yüzüne bakmasızın
yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve
dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek yani meşverek için
yapılmıştır.”[5]
diyerek camilerde dahi aydınlığı savunmuştur.
Atatürk, İslam dinine
daima saygılı olmuştur ve kendisi de inançlı bir Müslümandır. Cemaatle birlikte
namaz kılmış, gerekli gördüğünde minberden vaaz vermiştir. Balıkesir Paşa Camii
minberinden halka hitabına “Ey millet, Allah birdir, Şanı büyüktür.”[6] diye
başlamayı ihmal etmemiştir.
Atatürk, dinin bir
sömürü aracı olarak ve kitleleri düşünmekten aciz yaratıklar haline
dönüştürmenin yollarından biri olarak kullanmasını önlemek amacıyla da çok şey yapmıştır.
Bunların bir kısmı, tamamlanamamış veya sonradan ortadan kaldırılmıştır. Bugün
karşı karşıya geldiğimiz durum gösteriyor ki bunlar içinde en önemlilerinden biri,
dinsel dilin, yani Kur’an, ezan, namaz dilinin ve hutbelerin
Türkçeleştirilmesidir. “Bilim Çin’de de olsa git al” diyen bir dinin anlaşılması
gerektiğini, Arapçanın anlaşılamadığını, önemli olan, dinin anlatılmak
istenilenin doğru olarak aktarılmasıydı. Elmalı Hamdi Yazır, Kur’an’ı, Atatürk’ün
isteği ile Türkçeye tevsir etmiştir.[7]
Görülen o ki Mustafa
Kemal din ile iç içe yaşamış, dinin gerektirdiklerini yerine getirerek bu halkı
çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırmaya gayret etmiştir. Her ne kadar, daha
önceden bahsettiğimiz dini bir kalkan olarak kullanan casuslar, din adamları,
yazılı basın olsa da, Atatürk’ün yaptıkları neticesinde casuslar yani
emperyalist kuvvetler istediklerini elde edememişlerdir.